Bizim Gözümüzle Bursa ve Çevresi
Bursa’ya gelme nedenimiz karavanımızın tentesini taktırmak olduğundan, aslında çok da kalmayı planlamamıştık, en fazla bir gün kalır döneriz diye düşünüyorduk. Ama her zaman olduğu gibi gene evdeki hesap çarşıya uymadı.
Aslında tentemiz gelmiş ama bizim aracımızın üstü yüksek ve üst kısım daha kırılgan malzemeden olduğundan Viya Karavan’ın sahibi Hüseyin Bey çok da sağlam olmayabileceğini başka alternatifler aramamız gerekeceğini söyledi. Önce farklı birkaç tente çeşidi gösterdi ama hoşumuza gitmedi. Sonra biz artık tente olayından vazgeçmek üzereyken başka bir alternatif buldu. Alt kısma takılan ray benzeri başka bir parçayla tente ağırlığını bütün yüzeye dağıtabileceğimizi, bu parçanın yurtdışından geleceğini, ama şanslı olduğumuzu yola çıkmak üzere olan bir parti mal olduğunu, bizim parçayı da içine koyabileceklerini ve 14 gün sonra ellerinde olacağını söyledi. Madem 14 günümüz var biz de o arada bir çevre gezisi yapalım dedik.
Nereye gitsek diye düşünürken aklıma Trilye geldi, Halûk da zaten görmemiş daha önce, ben de çok yıllar önce gitmiştim oradan başlayalım şu 14 günlük maceraya dedik.
Trilye eski bir Rum köyü, 1963 de adı Zeytinbağı olarak değiştirilse de halk eski adını kullanma konusunda ısrarlı olunca 2011’de adı iade edilmiş. Bu şirin köye Mudanya’dan sonra dağların arasından kıvrıla kıvrıla giden bir yolla varılıyor. Trilye antik çağlardan beri yerleşim aldığından 1. derece sit alanı olarak kabul edilmiş. Daracık sokaklarında gezinirken, attığınız her adım sizi zamanda başka bir yolculuğa çıkartıyor. Kimi zaman asırlık bir çınar ağacı, kimi zaman eski bir Rum evi, bir kilise veya zamana direnen bir çeşme ile karşılaşabiliyorsunuz. Bütün bu özellikleriyle pekçok dizi ve film çekiminde de yer almış zaten bozulmamış bu ilçe.
Trilye’ye vardığımızda Homy için sahilde bir yer bakınırken uzakta bir karavan gördük. Yanına gidince çok tatlı ve belli ki zevkli yaşalmış bir çift çıktı içinden. 75 yaşlarındaki Mehmet Abi ve eşi 1999 depreminden beri karavancılarmış. Kendisi de karöser ustası olunca aldığı bir karavanı tamamen yeniden düzenlemiş, bize göre derme çatma da olsa ihtiyaçlarına en uygun olacak şekilde tasarımlamış. İçeride önü ferah boş uzun bir divan var, orada namaz kılıyorlarmış. Divanın bir ucunda yukarıda tv karşısında ayna. Hanımı karavanda yaşamayı çok seviyormuş, ama fazla dışarı da çıkmazmış. O da balığa çıkıyormuş çok zaman. “Hanım oturur ya tv seyreder ya da dışarıyı seyreder, ben de aynadan tv nin yansımasını seyrederim ya da hanımımı seyrederim” dedi bize. 10 yaşlarından beri tanışırlarmış “Hayatta yaptığım en iyi şey bu kadınla evlenmek” dedi bize. Allah mutluluklarını daim etsin.
İki gün kaldık Trilye’de, sokaklarda dolaştık, çamlığa çıkıp manzara seyrettik, çay içtik, Trilyenin güzel zeytinlerinden alıp kahvaltı yaptık. Komşularımızla yemek aldık verdik birbirimize 🙂
Onlar sağlık kontrolleri için Mudanya’ya geri dönünce biz de herkesin çok anlattığı Kocayayla’ya çıkalım diye ayrıldık oradan. Ama biz ne zaman rotamıza uyduk ki zaten.
Kocayayla’ya niyet Gölyazı’ya kısmet dedik ve iki gün de orada takıldık. Gölyazı maceramızı linkden okuyabilirsiniz.
Gölyazı sonrası uğradığımız Eskikaraağaç müzesinde bir bey bize Bayramdere yolunda ayı barınakları olduğunu, görevlilere rastlarsak bize içeriyi gezdirebileceklerini söyledi.
E biz gezginiz uğramadan duramayız hadi gidelim dedik. Gerçekten barınaklar var, ayılar dışarıdan görünmüyor ama dakikalarca bekledik bir görevli göremedik, kapı duvardı. Bayramdere’ye gidelim bari dedik. Burası neden bu kadar bakir kalmış Marmara Denizi’ne kıyısı olduğu halde çözemedik. Belediye çalışıyor, upuzun bir sahil bantı düzenlenmiş, duşlar, tuvaletler, büfeler için yerler yapılmış. Hatta deniz kıyısına halka açık yüzme havuzu bile planlanmış. Karavan parkı da yapılacakmış sanırım. Biz bir gece sahilde geceledik, sahilden devam edebilir miyiz diye bir kaç köy ileledik. Denize girilecek harika koylar gördük ama yol gittikçe kötüleştiğinden döndük geriye. Dönüşte ayı barınaklarında hala görevli yoktu.Dönüş yolunda satıcılardan organik süt ve yumurta aldık, hem organikliği garanti, hem de öyle şehirdeki gibi pahalı da değil.
Yola devam ederken Karacabey’de bir mola verip merkezde biraz yürüdük. O sırada burnumuza gelen enfes kokuya dayanamadık ve kokuyu takip edip dışından minicik görünen ama altında çok sevimli bir salon saklayan kafede yarım ekmek arası kokoreçleri mideye indirdik. Karacabey de turistik bir yer olmadığından bozulmamış, fiyatlar uygun, halk sokaklarda işinde gücünde.
Oradan sonra rotayı Bursa dışına çıkartıp kuş cenneti ve Kapıdağ Yarımadasına doğru geçtik. Uzun Kapıdağ maceramıza bu linkden ulaşabilirsiniz. Ama Bursa maceramız tabi ki burada bitmedi.
13 gün sonra aman geç kalmayalım bir gün önceden gidelim ki sabah erkenden gidip taktıralım tentemizi diye akşam üstü döndük Bursa’ya.
Adını daha önceden duyduğumuz ve merak ettiğimiz “Misi Kamp ve Karavan Alanı”nda geçirmeye karar verdik o geceyi de. Karavan alanını hiç ama hiç beğenmedik. Bir AVM otoparkında kalmak emin olun çok daha ferah olurdu. Bildiğiniz beton bir otopark alanına yan yana park etmiş bir sürü karavan, yanındaki karavanla bir tente boyundan biraz fazla mesafe var aralarında. İnsanlar o boş alanlara masa sandalye çıkartmış, sıkışık site havasında takılıyorlar. Bir de üstelik geceliğine 50 tl veriyorlar ve gene bir de üstelik burada bütün yazını geçirenler varmış. Etrafa bakınırken İzmir’den tanıdığımız karavancı dostlarımıza rastladık. Onların ailesi de Bursa’da yaşadığından her yıl bir ay burada kalıp, onlarla vakit geçiriyorlarmış ama bu sefer 2-3 gün kalacağız dediler. Biz burada kalmayı düşünmüyoruz, şu dışarıda derenin kıyısına park edeceğiz deyip, onları da çaya çağırıp çıktık oradan.
Misi Deresinin kıyısında piknik alanının yanına, araç park edilmesi için yapılmış bir cebe park ettik aracımızı ve köyü gezmeye çıktık. Çok sevimli bir köy. MS 183 yılında Alex adında bir keşiş ve 85 kişilik grubuyla buraya gelip yerleştiği ve incilin incelemesini yaptıkları tarihi kayıtlarda geçiyormuş. Buranın da adını Gümüştepe olarak değiştirmişler ama herkes hala Misi adını kullanıyor. Misi halkı geçimini özel bir aroması olan, bölgede yetişen misket üzümlerinden yapılan şarabı ve ipek böcekçiliği ile sağlıyormuş bir zamanlar. Buna bağlı olarak Osmanlı mimarisi tarzında inşa edilen köy evleri de ipek böceği yetiştirmeye uygun geniş sundurmalara sahip yapılmış tabi ki.
Sokaklarında gezmeye doyamadığımız Misi de evlerden bazıları farklı amaçlara hizmet etmek üzere düzenlenmiş. Mesela bir tanesi çocuk kütüphanesi olmuş, bir diğeri sergi salonu. İşte bu evde gördüğümüz fotoğraf sergisinde en çok hoşumuza giden şey ise bir sokak köpeğinin serin bir köşede sereserpe yatması ve kimsenin de onu rahatsız etmemesiydi. Sokak aralarında ve dere boyunda yaptığımız uzun yürüyüşün ardından Homy’ye döndük.
Misili kadınların bahçelerinden toplayıp sattıkları çıtır çıtır bakla ve içsiz bezelyemizi pişirip, yanına ev yapımı eriştemizi koyup, karavanda ne yenir diyenlere inat en sağlıklısından akşam yemeğimizi de yedik.
Ertesi gün maalesef gene bir hayal kırıklığı, “tente henüz gümrükten çıkmadı gelmeyin” denince aracımızın aldığımızdan beri çözülemeyen bir problemi için önceden tanıdığımız Barbaros Ustaya bırakmaya ve bu arada da Bursa içini gezmeye karar verdik biz de. Bu sorun için İzmir, Ortaca ve Fethiye’de dünyanın parasını harcadık ama hala kimse çözemedi. Gerçi bahaneyle arabanın motoru tam bir elden geçti ama 🙂 Bakalım Barbaros ne yapacak.
Bursa’ya gidildiyse gezmeden dönülmez Ulu Cami ilk durağımızdı. Ulu Caminin de ilginç bir hikayesi var. Yıldırım Bayezid Niğbolu Zaferi sonrası 1396’da Bursa’da 20 adet mescit yaptırmak istemiş, ancak dönemin önemli alimlerinden olan damadı Emir Sultan’ın da önerisiyle 20 kubbeli bu büyük camiyi yaptırmış.
Osmanlı mimarisinde çok kubbeli cami formunun en büyük örneği olmuş.Cami içinde aralarında çok ünlü hattatların da eserlerinin bulunduğu 200 kadar yazı bulunmaktaymış.İçine girdiğinizde nereye bakacağınızı şaşırıyorsunuz zaten.
Bunlardan daha önemli olansa çivi veya herhangi bir yapıştırıcı kullanılmadan kündekari tekniğiyle yapılmış olan minberin üzerindeki desenler. Minberin doğu yüzünde güneş sistemi, batı yüzünde ise samanyolu galaksisi tasvir edilmiş. Bunların o dönemde doğru bir şekilde bilinmesi ve bu da yetmiyormuş gibi minber üzerinde kullanılması çok enteresan. Hatta güneş sistemi tasvir edilirken günümüzde gezegenlikten çıkartılan sonra iade-i itibar yapılıp son olarak ne olduğu bizim tarafımızdan şaibeli Pluton, tamamen ayrı yere konmuş.
Ulu Cami’den sonra çevredeki tarihi hanları gezmeye geldi sıra. Kapalı Çarşı, tarihi İpek Han, Koza Han hepsi birbirinden güzel, canlı cıvıl cıvıl. İpek han o tarihi vasfını biraz yitirmiş, içine o dokuyu yansıtmayan dükkanlar açılmış ama Koza Han hala harika ipeklerin satıldığı, ortadaki meydanında oturup çayınızı içebileceğiniz bir yer. Elbette eskisi gibi değil ama görüntü çok da rahatsız edici değil. El yapımı ipek şallar, kumaşlar göz alıyor. Asırlık çınar ağaçları, ortadaki şadırvan gel biraz gölgemde dinlen diyor. Hele bir de buralarda asırlardır ne insanlar geldi geçti düşününce insanın içi ısınıyor.
Kapalı çarşı ve ara yollarda gezerken yaklaşan ramazan nedeniyle tezgahların daha bir çeşitlendiğini, alışverişin daha bir hızlandığını, ama doğal olarak fiyatların da biraz arttığını fark ediyoruz. Herkes de tatlı bir telaş Ramazan için ön hazırlık yapmaya çalışıyor.
Bizim de minicik aracımızın içinde de olsa yapımına devam ettiğim keçe ürünlerim için birkaç eksiğimiz vardı, onları tamamladık.
Homy’nin işi bitmiş Barbaros aslında değişmesi gereken parçanın önceden de değiştiğini ama orjinal olmadığı için sorunun devam ettiğini söyledi. Onun tavsiyesi ve İzmir’deki arkadaşımız Ercan’ın vasıtasıyla getirttiğimiz parçanın çok iyi olduğunu söyledi. Bakalım ne olacak. (Bu yazıyı yazarken uzun zaman geçti “Yaklaşık 5 ay” ve aynı sorun bir daha nüksetmedi. Sağol Barboros harikasın sen. Laf aramızda video çekip Youtube kanalımıza yüklemek daha kolay geldiğinden birrazcık ihmal ettik bloğumuzu. )
Akşam Misi’ye döndük, birkaç gün daha beklememiz gerekiyormuş madem biraz yavaşlayalım Misi’de yeşilin ve tarihin tadını çıkartalım. Ertesi gün de hemen Misi’nin üst tarafındaki Dağ Yenice’ye çıktık. Güzel bir doğa, ortada bir göl, ama karavan için düz alan bulmak büyük sorun, etraf çok kirli. Sonunda düz bir yer bulduk ama çevresinde 5 tane yer ateşi yakılıp mangal yapılmış ve çevresi insanların bıraktığı kemikler ve sinek dolu. Gene de kalma niyetindeydik, ama daha beş dakika geçmemişti ki Şerlok burnunun üzerinde bir keneyle yanımıza geldi. Keneyi alıp, acilen toparlanıp Misi’ye döndük. Zaten kampta kalan arkadaşlarımız da oraya para vermenin gereksizliğini anlayıp araçlarını yanımıza çekmişlerdi, onlarla zaman geçirdik.
Tenteden hala haber olmayınca esas ithalatçı firmayı kendimiz aramaya karar verdik ve aldığımız cevap, parçanın yeni yola çıktığı, bize yanlış bilgi verildiği ve 10 gün sonra kesin elimizde olacağıydı. Biraz sinirlendik ama esas kızdığımız konu bize doğru söylenmediği için gezerken hep geri dönme tedirginliğinde olmamız ve gidebileceğimiz yerlere geç kalmayalım diye gitmeden dönmemizdi. Mesela birkaç gündür Misi’de beklemedeydik gereksiz yere.
Bu haberi alınca Uludağ’a çıkmaya karar verdik. Hüseyin Bey Uludağ’ın çok da güzel olmadığını karavanla rahat edemeyeceğimizi söylemişti. Hadi teleferikle çıkalım o zaman dedik. Teleferik çok keyifli, zirve durağı bakımda olduğundan bir önceki durağa kadar çıktık, dışarı çıkıp gezerken konuştuğumuız insanlar bize yukarıda Çoban Kayası denen bir yer olduğunu ve orada karavanla çok rahat kalabileceğimizi söylediler.
Bunu bir teleferik macerası olarak düşünüp, Uludağ’ı doğru dürüst keşfedebilmek için geri dönüp karavanımızı almaya karar verdik. Kesinlikle doğru karar vermişiz. Zirveye ulaştığımızda yolun sağ tarafında TSK’ne ait bir eğitim ve dinlenme tesisi olduğunu fark ettik. Boş yer var mı diye sorunca zaten sadece biz ve bir kaç kişi daha olduğunu öğrendik. fast food harici yemek bile yoktu. Kalmaya karar verdik. Çünkü aracımızın sıcak su sistemi yok ve kışın duş almak için bu tür yerler iyi geliyor. Zaten iki kişilik hamam parasına duş alıp kocaman bir yatakta uyuyabiliyorsunuz 🙂
Ertesi sabah kahvaltı için Çoban Kayası’na geçmeye karar verdik. Çok güzel ve karavan için de ideal bir yer. Buz gibi akan çeşmeler, tuvaletler var. Mis gibi orman havası. Hüseyin bey karavan imalatçısı ama karavan konaklama yerleri konusunda zevklerimiz hiç uyuşmuyor.
Kayayı ve arka tarafları biraz gezdikten sonra ön tarafa çekme karavanını park etmiş Erdağ Bey’in yanına park ettik. Kendine kahvaltı hazırlıyormuş, biz de kendimizinkini hazırlayıp beraberce yedik. Onunla orada tanıştık ama kanımız o kadar ısındı ki hala dostluğumuz devam ediyor. Buzdolabı olmadığından ve eve hemen dönmeyeceğinden bütün bozulacak kahvaltılıklarını bize bırakıp gitti. Umuyorum bir gün bir yerde yolumuz tekrar denk gelecek onunla. O gece kalmadı, zaten birkaç gündür buradaymış, çadırlar vardı sabah geldiğimizde onlarda toplanıp gidince, gece alan bize kaldı.
Güvenlik görevlisi bize gece ayıların geldiğini, kamp alanından fazla uzaklaşmamamız gerektiğini söyledi, bir de video gösterdi kendi çektiği. Akşam yemek yiyip, yıldızları seyrederek çaylarımızı yudumladıktan sonra gerçekten de seslerini duyduk. Gece dışarıdaki piknik masasının üzerinde unuttuğumuz ekmeklerin yerinde yeller esiyordu sabah ve Şerlok’da ilk defa gece gördüğü bir şeylere hırlayıp evini korudu. Biz bakınca göremesek de gerçekten dibimize kadar gelmişlerdi. Korktunuz mu derseniz hayır korkmadık. Çünkü vahşi hayvanlar siz onlara zarar vermezseniz, veya çok çok aç olmazlarsa size asla zarar vermezler.
Sabah gün doğuşuyla uyanarak Bakacak’a gittik. Çünkü orada gün doğumunu harika bir manzara eşliğinde izleyebiliyorsunuz. Bizim gibi gün doğumunu seyretmeye gelen başka gençler de vardı, çay demleyip onlara da ikram ettik. Güzel bir maceraydı.
Tentenin gelmesi için hala zamanımız olduğundan Bursa gezisine burada son verip İznik’de yapılacak olan karavan etkinliğine katılmaya karar verdik.